ne kadar uyumuÅŸtu bilmiyor
…
yusuf görerek
ve boÄŸuÅŸarak
işi iyice kavramıştı:
kağnılar yokuş aşağı kayarken
öküzler başını havaya dikiyor,
kaÄŸnının önünün kalkmasına
arkasının yere yapışmasını sağlıyor.
yükler geriye doÄŸru aktığı için
kağnının hızı kesiliyordu.
yokuÅŸ çıkarken ise
öküzler başını yere eÄŸiyor,
kaÄŸnının önü yere yapışırken
bu kez arkası havaya kalkıyor
​
kaÄŸnının geriye kaçması
böylece önlenmiÅŸ oluyordu…
yani bıraksalar
öküzler iÅŸini biliyor
yusuf’a
kolaylaÅŸtırmak kalıyordu…
…
gün aÄŸarmaya baÅŸlıyor
…
analarımızdı onlar
bu toprağın kadınlarıydılar.
tanrıçamız oluÅŸları
taaa 8500 yıl öncesi
konya çatalhöyük’te
baÅŸlayan bir serüvendi
hititler’de kubaba
frigler’de kibele
türkler’de fadime ana! olarak
tarlada baÄŸda doÄŸura gelmiÅŸler.
davarda, hasatta, tandırda
iÅŸ olan her yerde
andız gibi bitivermişler
yaÅŸmaklarını çekivermiÅŸler,
çarşı ortası falan demeyip
erkek çocuÄŸa çekilip yol vermiÅŸlerdi.
zorda kalmadıkça canlarına tak etmedikçe
nasıl konuşurlardı hancıyla komutanla?
çocukları anlatırlardı meramlarını
onlar cephane çekerdi yalnızca,
evi ocağı bırakıp giderdi
yolda ölmüÅŸtü kimileri
sorsan bilinmez
künyeleri
isimleri…
…
sabahın alacakaranlığında
…
ılgaz dağı çok yaman
yokuÅŸu vermiyor aman
çıktıkça uzaklaşıyor mu ne?
rampada toprak ağlıyor
rüzgar yön deÄŸiÅŸtiriyordu.
böyle yokuÅŸ çıkılmazdı
indirdiler çocukları kaÄŸnılardan
bebeleri alıp sırtlarına vurdular.
mermileri kucaklarına aldılar
sedyelik olana kadar
damarı tutan keçi gibi
düÅŸene kadar elden ayaktan
elleriyle, tırnaklarıyla, omuzlarıyla
ha babam ılgaz’ın yokuÅŸuna dayandılar…
gönyesi kaymış
menteÅŸesini zorlayan
metruk bir bahçe kapısı
suyu azalmış bir değirmen
nasıl gıcırdayıp salınırsa rüzgarda,
kaÄŸnı tekerleri de aynı öyle
o yana bu yana yalpalıyor,
gıcırdayıp gidiyordu yazıda.
…
tepelerin ardından
…​
- kaçılın vire!
iki kiÅŸilen olmaz bu iÅŸ
dökeceniz mermileri ÅŸimdi yire.
girdi
sandığın altına hiristo
kapağı tutan ipi sağ eline alarak
kaldırdığı gibi sırtına oturtuverdi…
artık
gerisi kolaydı;
bastığı yeri kollayarak
ve ağır adımlarla yaylanarak
depoya doÄŸru hızlanarak adımlarını açtı.
herkes tanırdı hamal hiristo’yu
karataÅŸ mahallesi’ndeki evinden çıkar,
seyrelmiÅŸ saçlarını örten kulahını
çekiÅŸtirerek yana doÄŸru yatırır,
ağır yük taşımaktan
çarpılmış bacaklarını açar,
imâretten çarşıya gelene kadar
selam vermedik adam bırakmaz,
arastadan erzak mı satın alındı,
kervanlar tüccar malı mı getirmiÅŸ,
çok aramaları gerekmez
bitiverirdi hemen hiristo
pazarlık yapmayı da sevmez:
“ atla deve mi vire
gönlünden ne koparsa…”
deyiverirdi.
…
eÅŸkıyanın derdi, sineÄŸin çilesi derken
…
kalecik’te hava bozmuÅŸ
aÄŸustosta yaÄŸmur düÅŸmüÅŸtü.
gök: ne varsa indiriyordu topraÄŸa
toprak: yerde ne varsa ile
gökte ne varsa’nın buluÅŸtuÄŸu balçık.
balçık: kaÄŸnının oldum olası sevmediÄŸi,
kaÄŸnı: sineÄŸi, böceÄŸi ve gıcırtısıyla
adamı uyutmayan iniltili bir hasta…
bu rengi uçmuÅŸ, küle dönmüÅŸ toprakta
küle dönüyor gece, dere ufukta kayboluyor.
çamurun rengini alan ÅŸalvar ve mintanlarını
terleyince yolda bayırda rüzgarda kurutanlar,
mühimmat ve cephaneyi kışlaya teslim etmiÅŸ,
yollarını gözleyen kerpiç evlerine geri dönüyorlar…